Sîrû fîl ardı fenzurû…

Yeryüzünde yürüyün… (Neml, 69)

Yurt dışına çıktığım on günlük Batı seyahati, bu ayeti kerimenin teşvikiyle ve bilinciyle başlamıştı. Nasibimce gördüğüm her şey de hakikate dair izler aramak ve insan denilen muammanın buradaki tezahürlerini incelemek muradında idim. Seyahatim boyunca gözüme çarpan, dikkatimi celbeden menfi veya müspet her şeyi elimden geldiğince anlatmaya gayret edeceğim. Hiç şüphesiz anlatacaklarımın kat be kat fazlasını başka insanlar yaşamış ve görmüştür. Lakin yaşananları yazmak ve anlatmak gelecek nesillerde milli bilincin oluşması için katiyetle elzemdir. Çünkü “marazı hacette sükût ikrardır” mecelle kaidesine göre insan, yaşadıkları karşısında susar ise kendisine yapılan kötülüğü veya isnat edilen suçu kabul etmiş sayılmaktadır.  Batı’nın bize ne gözle baktığı ve nasıl davrandığı apaçık ortadayken yaşananlara karşı susmak asla doğru olmaz. Ancak bunu yaparken hakkaniyeti elden bırakmamalı ve ne olursa olsun Allah’a karşı her zaman bir mes’uliyetimizin olduğunun bilinci ile sözümüzü söylemeliyiz. Gelelim seyahat boyunca müşahede ettiklerimize…
Almanya’nın küçük bir kasabası olan Baden’e indikten sonra Batı’nın Müslümanlara olan düşmanlığından çekinir ve pasaport kontrolünde herhangi bir olayla karşılaşmayı beklerken, hiçbir şey olmadı. Kendimce gereksiz bir gerginliğe girmiştim. Oysaki Alman İstatistik Kurumu (Statistisches Bundesamt) verilerine göre Almanya’da 2018 yılında 10 binden fazla “nefret suçu” işlenmişti. Tabi resmi kayıtlara göre olan bu nefret suçları ekseriyetle Müslümanlara karşı işlenmiş ve istatistiki değerlendirmelere ancak kayıtlı olan suçlar alınabilmişti. Almanya’nın genelinde günde ortalama 28 nefret suçu işleniyordu. Giderek artmakta olan şu sayının büyüklüğüne bir bakar mısınız?
Ben her ne kadar buraya geldiğimde bir şey yaşamamış olsam da benden bir ay önce gelen dayım, geri dönüş bileti olmadığı gerekçesiyle bekletilmiş ve bütün yolcular geçiş yaptıktan sonra en son onun girişine müsaade edilmişti. Dayımın anlattığına göre kadın bir Alman Polisi kabinden dışarı çıkarak dayımın pasaportunu yere koymuş elleriyle sayfaları ayırarak arasına ayağını koymuş ve elindeki kaşeyi bu şekilde vurmuştu. Beni havaalanında karşılayan dayım ve kuzenim ben indikten sonra bunu anlatmışlardı. Bunu bilmiyor olmama rağmen buna benzer bir muamele bekleyen ben, kolayca geçmiştim. Bir Alman Polisi tarafından Türk Pasaportunun ayaklar altına alınarak muamele edilmesi onların içlerinde sakladıkları nefretin bariz bir göstergeydi elbette.
Neyse sıkıntısız bir şekilde havaalanından çıkıp yolumuza devam ettik. Vakit geçmek üzereyken bir an önce öğle namazını kılmak için en yakın cami, Süleymancıların camisi idi ve oraya gittik. On günlük seyahat boyunca Süleymancıların camilerine yakın bir yerde kalmış olmaktan dolayı kendileriyle ilgili pek çok şey dinledim ve gördüm. Burada hepsini bir kefeye koyarak genelleme hatasına düşmemek için Süleymancılar derken hepsinden değil lakin ekseriyetinden bahsettiğimin bilinmesini isterim. Batı topraklarında İslam’ı yaymak gayreti bir yana tamamen endüstrileşmiş bir cemaate dönmüşler hatta o kadar ki kendilerine maddi olarak yardımda bulunmayan Müslümanlara selam bile vermeyi bırakmaları İslam’ın ruhuna ters bir tavır olarak dikkatimi çekmişti. Kendi kendime bu toprakların kaderinde Katolik olmak var herhalde dedim. İslam ile asla bağdaşmayan bazı cemaat prensipleri ve bu prensiplere uymayanları hemen cemaatten aforoz eden bu katı anlayışları onları ümmete adam yetiştirmekten ziyade cemaate adam yetiştirir bir hale sokmuş. Sağdan soldan topladıkları paralar ile Avrupa’nın göbeğine Almanya ve Fransa’da birçok cami ve kurs açmayı başarmışlar ancak Türk Diyanet Başkanlığı’na paralel bir yapılanmayla kendine has bir İslam anlayışıyla vazifelerini ifa etmekteler. Gittiğimiz her şehirde onların apartmandan bozma camilerini bulmak kolaydı.
Avrupa’nın merkezindeki irili ufaklı birçok şehri ve kasabayı gezerken insanın dikkatini en çok çeken şey evlerin iki veya üç katlı olması, küçük ve kapaklı pencerelere sahip olmasıdır. Muhtemelen soğuk ikliminin bunda çok büyük tesiri var. Aynı iklim acaba karakterlerinde nasıl bir tesir oluşturdu diye sormaktan kendimi alamadım. Küçük ve iki katlı evlerin oluşturduğu bir şehirleşmeye giderken hem orta çağdan hem de yakın tarihten kalma birçok yapıyı da görme imkânı elde ediyorsunuz. Özellikle orta çağdan kalma kiliselerin ve bazı devlet dairelerinin küçücük bir kasabada olsa dahi ihtişamlı bir yapıya sahip olması devlet gücünü ve dinin daha doğrusu din sınıfının kudretini bütün halk üzerinde nasıl kolayca sağlayabildiğini görüyorsunuz. Yirmi bin kişilik bir kasabada dahi devasa ve ihtişamlı bir kiliseyi görebilmek Avrupa’da pekâlâ mümkün. Ancak insansız, durağan ve bomboş sokaklar, genç nesillerin, çocukların olmadığı kent hayatının getirdiği garipliği iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Bazı kasabalardaki bu ıssızlık Avrupa nüfusunun giderek azaldığının bariz göstergesi. İnsanların günlük sekiz saat çalıştıktan sonra akşam evlerinde dinlenmeye çekilmeleri ve akşam yediden sonra hayatın tamamen durması ise bizim ülkemiz için tahayyül edilemez bir durumdur.
Bu kadar devasa yapının bulunduğu Avrupa’da belki de Versay Sarayı’nı görmemek olmazdı. Fransızlar, 800 hektarlık bir alanda 2000’den fazla odası bulunan saray binası ve çok büyük kraliyet bahçeleriyle ünlü bu sarayı Fransız Mimarisi’nin bir incisi olarak kabul etmektedirler. Bu kadar odaya rağmen sarayda sadece dokuz tuvalet bulunmaktaymış, onlar da kral ve ailesi için. Geri kalan tüm saray erkanı ve hizmetlileri tuvalet ihtiyaçlarını lazımlıklara giderir ve pencereden dışarı atarlarmış. Bu bahsettiğim kesinlikle ve kesinlikle resmi bir bilgidir. Yazımızın başında da dediğimiz gibi maksadımız Batıyı kötülemek değil onlara dair hakikati ortaya koymaktır. Eski zamanlarda saray ahalisi bile temizliğe hiç riayet etmezken Fransız milletinin ahvalini tahayyül bile etmek mümkün değildir. Saraydaki bir diğer ibret vesikası ise saray içerisinde bulunan ve Fransızların sözde şanlı tarihlerini anlattıkları koca koca resimlerdir. Her Fransız genci bu tablolara baktıktan sonra kendi milli his ve düşüncelerini kemale erdirir zannımca. Haçlı seferlerindeki Fransızların gücünü ve kudretini gösteren tablolardan tutun da Napolyo’nun Cezzar Ahmet Paşa’ya yenildiği Akka Kuşatması bile resmedilmişti. Burada ilginç bir nokta resme yalandan bakan bir insan bile Napolyon’u bu savaşın galibi sanabilir. Çünkü resimde Napolyon Cezzar Ahmet Paşa’yı alt eder bir vaziyette resmedilmiştir. Diğer resimler dair de söylenecek bir sürü şey olduğu gibi bu resimleri değerlendirmek başka bir yazının konusu olacağından biz bu kadarıyla ihtiva edelim. Fransızların bu bariz, aşırı ve gereksiz milliyetçiliğinin bir başka hissedildiği yer ise koskoca sarayda Fransızcanın dışında başka hiçbir dilde açıklama yok. Sarayı anlatan broşürler, haritalar hep Fransızca. Bizim devlet anlayışımıza göre büyük devletler tebaanın içerisindeki farklı dillerden korkmadığı gibi bu zenginlikten beslenir. Elbette bundan ötürü avam tabakasının kullandığı dil ile ulemanın kullandığı dil arasında zamanla farklılıklar meydana gelebilir. Lakin hiç şüphe yok ki halkı âlim bilmek de gerekmez. Dil ile edebiyat ile veya herhangi bir ilim dalıyla ilgilenmeyene kullandığı günlük dil kafidir. Bu başka bir bahsin mevzusu iken Fransızlar milliyetçiliklerinin getirdiği bir aşırılık neticesiyle Fransızcadan başka bir dile müzeye dönüşmüş saraylarında bile müsaade etmiyorlardı. Küçük devlet psikolojisi!
Yine aynı ihtişamlı yapılar içerisinde İtalya’daki Duomo di Milano Katedrali gezdiğim bir başka hayret uyandırıcı bir yapıydı. Yapımı yaklaşık 500 sene süren ve 50 bin kişiden fazla işçinin çalıştığı bu Katedral 2300 adet heykel ile donatılmıştır. Tam tepesinde bulunan Madonnia Heykeli ise som altından yapılmış olmakla birlikte defalarca çalınmaya çalışılmış hatta bu hırsızlık girişimlerinde helikopter dahi kullanılmıştır. Burada karşıma çıkan ilginç durum ise aynı bizim büyük camilerimize girerken kılık kıyafeti uygun olmayan hanımlara baş örtüsü ve uzun etek verilmesi gibi orada da Katedrale uygun olmayan kıyafetlerle hanımların giriş yapılmasına izin verilmiyordu. İtalyanlar buna basit bir çözüm bulmuşlar. Büyük bir çöp poşetini tabanından bir insanın başının girebileceği kadarını delip ters bir şekilde açık kıyafetli turist kadınlara giydiriyorlardı. Kendi kendime “Hey Allahım, önce putlarla bezeli bu binayı inşa etmelerine müsaade ediyorsun, ardından onları bir çöp poşetinin içine sokup bu ihtişamlı katedralde putlara ibadet etmelerini sağlıyorsun” dedim. Akl-ı selim her Müslümanın bu manzarayı gördükten sonra imanın ne büyük bir nimet olduğunu inkâr etmesi mümkün değildir.
Batı tarihi yapılarının çoğunu çok iyi muhafaza etmiş ve kendi köklerine dair eserleri gelecek nesillere aktarmada büyük gayret sarfetmiştir. Bu derece iyi koruyabilmelerinin elbette farklı sebepleri vardır. 300 yıllık sömürü düzeni üzerine oturan Batı, maddi ferahın tabi bir neticesi olarak sokak sokak, ev ev bütün nizamı sağlamıştır. Onların bunu başarabilmelerini, meziyetleri olarak kabul eden bizim Batı hayranı kafalara izah etmek pek mümkün değildir. Halbuki hakikat, milyonlarca insanı sömürerek maddi bir refaha ulaşmak ve bu ulaşmanın neticesiyle yaşanabilir bir ülke elde etmiş olduğu gerçeğidir. Peki ya katledilen, yuvaları ve ülkeleri yıkılan, maddi zenginlikleri ellerinden alınan, gasp edilen diğer insanlar ve ülkeler ne olacak? Gezdiğim bütün sokaklarda, caddelerde, meydanlarda katledilmiş insanların kanlarıyla yıkandığı gerçeği aklımdan bir türlü çıkmadı. Neyse bu acı gerçeklere ara verip gezimize devam edelim.
Lüksemburg’da gezerken şehrin düzeni ve temizliği hemen dikkatinizi çekiyor. Orada bulunduğum bir esnada gözlerime 20 – 25 yaşlarında temizlik işçisi genç bir kadın gördüm. Belediyenin temizlik işçisi kıyafetini giymiş ve elindeki sopayla tek tek çöpleri topluyordu. Aman yarabbi bizde bu işi yapabilecek genç bir hanım bulmak pek mümkün değil zannımca diye içimden geçirdim. Çünkü bizde enaniyet var, benlik duygusu şahlanmış bir şekilde nefislerimizi ele geçirmiş. Bizde hiç kimse kendini o işe layık görmeyeceği gibi kendimizi en saygın mesleklere layık görürüz. Elbette burada o ülkenin hayat ve iş şartları daha münasip denilebilir veya başka bir mucib sebep bulunabilir. Lakin bir Müslüman kader icabı ne iş yapmak zorunda kalırsa kalsın bunun önce Allah rızası için yapıldığını bilmeli ve para gibi itibar gibi diğer ihtiyaçları ikinci plana atabilmelidir. Tabi bu bahsettiğim kapitalist dünyada ancak ve ancak bir hayal olabilir. Ümid ederim ki ülkemizde de helalinden bir temizlik işçisi ailesinin geçimi için ihtiyaç duyacağı parayı fazlasıyla kazanır. Para da helalinden olunca bir sıradan işçi bile bu dünya ile mukayese edilemeyecek güzellikte ahireti kazanmış olur. Hiç şüphe yok ki bu dünyaya gelmekten maksadın para kazanmak değil de ibadet olduğu bilincindeki her Müslüman ahiretini de Allah’ın izniyle kazanacaktır.
Gereken temizliği bizim de sağlayabilmemiz için manevi kuvvetimize sıkı sıkıya bağlanmamız gerekirken Batı bunu katı kurallar uygulayarak halka kabul ettirmiş. Çevrenin bu denli temiz olması iyi bir eğitimin yanında çok yüklü cezai yaptırımların da getirilerek halkın temizliğe dikkat etmesi sağlamıştır. Ben oradayken geçtiğimiz mayıs ayında otobüs durağında sigara içtiği için ceza alan bir Türk işçisi Türkiye’ye gelemeyecek olmaktan yakınıyordu. Çünkü üç aydır ödemediği sigara cezası katlanmış ve temmuz ayında 1600 Euro’yu bulmuştu. O kişi bütün yazını bu cezayı ödemekle geçireceğini söyledi. Demek ki basit bir suçtan hemen ceza alabiliyor ardından ihmal ettiği takdirde cezası fazlasıyla katlanabiliyordu. Bizim memlekette kolay kolay ceza kesilmediği gibi zamanla bu ceza ödenmezse herhangi bir vergi affı vs. çıkıyor cezasının anaparasını ödeyerek kurtulabiliyordu. İlginç bir şekilde Fransız polislerinin her yere sirenlerini çalarak gitmesi devlet gücünün ve kolluk kuvvetlerinin tetikte olduğunun dolayısıyla halk üzerinde gizli bir baskının var olduğunu gösteriyordu. Sanki herhangi biri suç işlese anında olay yerine polisler sirenleri çala çala gelecekti. İhtimal o ki; böylesine psikolojik bir baskıyı herkes hissediyor ancak farkında olamıyordu. Bir diğer örnek ise tramvaylara binmeden önce herkes biletlerini alıyor ve tramvay veya otobüs içerisindeki cihazlara bu bileti okutuyorlardı. Ardından bu bileti işi bitti diye atmak yok, çünkü herhangi bir durakta belediye görevlileri baskın yaparak otobüsü durduruyor örneğin altı kapısı varsa altısından da içeri bir görevli giriyor ve kimsenin çıkmasına izin vermeden biletleri tek tek kontrol edebiliyorlardı. Bilet almadan girenler, sahte veya geçmiş bilet kullananlar anında cezaya çarptırılıyordu. Kaçak bindiği için kontrol esnasında kaçmaya çalışırken defalarca görevlileri yaralayanlar olduğunu orada bir başka yolcudan duymuştum. Velhasılı param yoktu, cüzdanımı unutmuştum gibi nedenlere asla itimat edilmiyordu. Biz de ise insanlık hali daha sonra ödersin denilerek çok defalar şoförler tarafından yolcu alındığını kendi gözlerimle gördüm hatta ben dahi hepimiz gibi içimden, normaldir, olabilir dedim. İşte aslında bizim şoförlerin yaptığıdır meziyet, bizde şoförün yolcuyu anlayabilmesi ve buna müsaade etmesi suç değildir aksine bunu suiistimal eden insanların yaptığı suçtur. Batıda insanlar ceza almaktan çok korktuğu için bir kedi tarafından köşeye sıkıştırılmış fare gibi yaşamaktadırlar. Hele ki sen bir batılı değil de göçmen bir işçi isen yandın. Sen koskoca bir ötekisin, cezaya daha da müstehaksın.
Bunca katı kural, İslami bir hayat tarzından uzak yaşamak ve çocukların ilk eğitimlerinden itibaren batının değerleriyle büyümesi oraya para kazanmak için göç eden Müslüman-Türk aile yapısını da bozuyor. Memleketimizde bile dünya düzenine direnen çok az aile varken oraya gidip de Müslüman olarak kalmak neredeyse imkansız. İnsan ilk zamanlar “aman! bunun içerisinde haram bir şeyler vardır” diye market ürünlerini yemekten çekinirken en nefsani ihtiyaçlardan biri olan açlığın getirdiği güçlük ile içinden “ şimdi bunun içinde ne var diye araştıracak vakit yok, yiyip geçelim” deyiveriyor. Oradaki hayatı ve yaşayışı gördükten sonra İslamın neden bir Müslümana küffarın topraklarında yaşamaya cevaz vermediğini anlaşılabiliyor. Kuran-ı Kerim’de “işittik ve itaat ettik” (Bakara, 285) ayeti kerimesinin hikmetini insan burada anlıyor. İşitilecek bir ezan sesi yok ki itaat mümkün olsun. İslamın bu gür sedası gök kubbede yankılanmalı ki insan itaate devam edebilsin.
Dönüş yolculuğundaki iki garip durumu da anlatalım da bu yazı da burada nihayet bulsun. İtalya’dan yaklaşık bin kilometre geldikten sonra ecdadın at koşturduğu topraklara, bir zamanlar bizim olan diyara, Sırbistan’a geldik. Belgrad ile Niş arasındaki bu yerde Bayburtlular, Avrupa’dan yıllık izne gelen Türklerin dinlenebileceği iki dinlenme tesisi açmışlar. Kuru fasulyesi, sıcak çayı ve mescidiyle insan tamam Türkiye’ye yaklaştık diyor. Bu dinlenme tesislerine on kilometre kala yer alan reklam tabelalarına Sırp gençleri kocaman harflerle “Stop Muslim” yazmışlar. Yıllarca dönüş yolculuğundaki en büyük sıkıntılardan biri Sırbistan iken, bugün Türklere işyeri açma imkânı tanımıştır. Ancak bu hala bazıları tarafından kabul edilmemiş, Sırp topraklarında Müslüman Türkleri durdurmak gerektiğini reklam tabelalarına yazmışlardır.
Bir diğer mevzu ise saçmalığın daniskası bir Bulgar uygulamasıydı. Ülkeye giriş ve çıkış yapan araçların altlarını tazyikli suyla yıkayarak diğer ülke topraklarının kendi ülkelerine girişine izin vermiyor, çıkarken de yıkayarak kendi topraklarının başka ülkelere gitmesine engel oluyorlardı. Akıl sahibi hiçbir insan bu uygulamaya mantıki bir izah getiremeyeceği gibi Bulgar vatanseverliğinin de akıldan ne kadar uzak bir hal aldığını şaşkınlıkla görebiliyorduk.
On günlük gezi boyunca anlatmaya değer bir sürü başka güzellikler ve gariplikler görmüştüm. Kendi aklımızın ve ilmimizin yettiği nispette her baktığımızda bir şeyler görmeyi umarak geziyi tamamladık. Şu küçücük gezi ile gördüklerimiz ve Batı’nın bugünkü içtimai hayatına dair daha önceki okumuşluklarımıza dayanarak Batı refahının pek fazla ömrünün kalmadığını kolaylıkla söylenebiliriz.
Baştaki ayetin devamında “suçluların sonları nasıl olmuş bir görün” denilse de biz ibret vesikası bir yerleri gezip görmedik. Belki de bugünkü batının tamamı zaten bir ibret vesikasıydı. Bakıp da ders çıkarabilene…

Hüdai ATEŞ

25/07/19