İnsanlık tarihinde belki hiç olmadığımız kadar ilginç bir yerdeyiz. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik gibi fenni ilimler sayesinde teknolojide, tıpta bundan yüz yıl önce akıl ve hayal edilemeyecek keşifler, bugün bizler için sıradan bir hal almıştır. Artık her yeni gelişme bizi daha az şaşırtıyor ve her şeyin giderek mümkün olabileceği bir zamana doğru yol alıyoruz. Peki, insan denilen müfekkirenin maksadı bu muydu? Fendeki, teknolojideki bu gelişmişlik beşeriyette bize neler getirdi? Maddi terakkilerin inkâr edilemez yükselişi apaçık ortada dururken sosyal bir varlık olan insanın bu ilkelleşmesi neden? “Bütün bu maddi terakkilere rağmen manevi telakkilerimiz ne olacak?” suali neden sorulmuyor? Feraset, idrak, basiret, dirayet gibi kişinin manevi kuvvetleri artık kelime manalarıyla dahi neden bilinmiyor? Bu yazımızda ilkel insanlar gibi cahilane bir surette hayatı yaşadığımızın bariz delillerini ortaya koymaya çalışacağız.
Cehalet, cemiyetin iliklerine kadar işlemiş asrın en büyük meselesidir. Eskiler, oturmadan-kalkmadan, konuşmadan, davranıştan, giyim-kuşamdan, yaşadığı yerin dekorasyonundan bir insanın kültür seviyesi, ilim seviyesi belli olur derlerdi. Bugün ise tüm bu sahalardaki bayağılık, tekdüzelik ve basitlik, hayatı kendimize has bir dünya görüşüyle değil de ancak başkalarının kötü bir taklidiyle yaşadığımızı gösteriyor. Ruh dünyamızın göz ardı edilmesi ve manevi anlamda gelişmemiş olmak bizi sürekli bir şeyleri arayan ancak hiçbir zaman bulamayacak olan bir insan tipine sokuyor. Günümüz insanını özellikle de gençlerini manevi olarak yönlendirecek, hayatlarını verimli ve randımanlı yaşamalarını sağlayacak mürebbilerin (danışmanların) eksikliği cehaletin zeminini oluşturmaktadır. Çünkü bir insanın, bilgi edinme ihtiyacının, beslenme ve barınma ihtiyacının hemen ardından üçüncü bir temel ihtiyacı da bu hayatta kendisine yol gösterecek bir mürebbi ihtiyacıdır. Nasıl ki tıp kitaplarını okuyarak hekim olunamıyor ve tecrübe sahibi hekimlerin yol göstericiliğine ihtiyaç duyuyorsak bugün beşeri hayatı verimli geçirmemizi sağlayacak, meziyetlerimizi ön plana çıkartarak azami ölçüde kullanmamızı ve reziletlerimizi de törpüleyerek asgariye indirmemizi sağlayacak tecrübe sahibi yol göstericilere ihtiyaç vardır. Ancak böyle insanların var olduğu bir cemiyette cehaletle mücadele edilebilir. Lakin bugünün muallimi (eğitimcisi) bunu yapamıyor, bugünün ailesi bunu yapamıyor ya kendisi de bilmiyor ya da bunu uğraşmaya değer bulmuyor.
İyiyi kötüden, güzeli çirkinden, haklıyı haksızdan ayırt edebilme kabiliyetine sahip olan insan, tüm bunları düşünerek, idrak ederek ve akıl süzgecinden geçirerek yaparken elde ettiği bilgiyi konuşma kabiliyeti ile muhataplarına ve ilgililere, yazarak da gelecek nesillere aktarabilmektedir. Sadece insana özgü bir meziyet olan konuşabilme temelde büyük bir tefekkür ve tahassüs zenginliğine ihtiyaç duymaktayken, zekâ, akıl ve bilgi gibi cihetlerden nakıs bir insanın hakkıyla konuşabilmesi, dolayısıyla iyi bir iletişime geçebilmesi mümkün değildir. İçtimai (sosyal) hayatın en büyük ihtiyaçlarından biri hatta diğer mes’elelerin çözümünde mühim bir pay sahibi olan “düzgün konuşabilme ve kendini ifade edebilme kabiliyeti” bugün büyük ölçüde göz ardı edilmektedir. Bu mesele-i umumi, günümüzde özellikle gençlerin ve okuma alışkanlığı olmayan eşhasın (şahısların) kelime zenginliğine sahip olmaması hayat ve hadisat karşısında yaşananları izah bakımından güçsüz bir durumda bırakmakta ve insanın ruhi dengesinin çok kolay bozulabilmesine sebep olmaktadır. Kendini ifade edememek meselesi bir yana bizlere fikri anlamda müşahele (danışma) maksadıyla bir şeyler sual edildiğinde de hakkıyla karşımızdakine cevaplar verememekteyiz. Günümüzde insanlar muhataplarıyla yaptıkları görüşmeler esnasında kolaycı, basit ve bayağı cümleler hatta kelimeler ile geçiştirici bir üslup takınmaktadır. “-Aynen, – takma kafana, -sıkma canını, -huyuna git, -salla gitsin, vb. kelime ve cümlelerin sık kullanımı insanların konuşmaktaki acziyetlerinin bariz birer emaresidir. Bu acziyetin temel sebebi kelime dağarcığının giderek daralmış olması ve bunun yanında kullanılan her kelimenin dahi anlamının tam olarak kavranamamış olması, yani bilgi eksikliğidir. Tüm bu basmakalıp ifadeler karşı tarafa tatmin edici cevaplar verebilme kabiliyetimizin giderek yok olduğunu, yardımcı olamadığımızı, çünkü ne dememiz gerektiğini aslında kendimizin dahi bilmediğini göstermektedir. Din, felsefe, tarih, psikoloji, edebiyat gibi tüm beşeri ilimlerden hiç nasibini alamamış insanlar, bırakın başkalarına faydalı olmayı kendi meselelerine dahi hakkıyla çözüm bulamamaktadırlar. İnsanların zihninde varid olabilecek hayat-ı içtimaiyeye (sosyal hayata) dair meseleler hakkında bir fikir yürütememek bizleri konuşamaz, cevap veremez bir hal içerisine sokmaktadır. Bu durumda insan, yukarıda zikrettiğimiz bayağı kelime ve cümle kalıplarına sığınarak muhabbeti geçiştirmektedir. Görüşlerine, fikirlerine itibar ettiğimiz pek çok insanın da batı zihniyetli bir bakış açısıyla hayatı değerlendirdiği gerçeğini kabul edersek, pek çok mesele hakkıyla ele alınamadan kapatılıp gitmektedir.
Bugün bilinen bir gerçek o dur ki; artık günlük hayatın içinde en fazla üç yüz kelime kullanılmaktadır. Dolayısıyla az kelime bilen insanlar, maksatlarını düzgün ifade edememekte, hissettiklerini, hissettikleri muhteva ile kelimelere intikal ettirerek karşısındakine naklettirememektedirler. Bu ya o hisleri ifadeye medar olacak kelimeleri tanımadığı içindir ya da kelime seçimini doğru yapamadığı için. Bu hususta insanların mümaresesi (antremanı) az olduğu için doğru konuşmakta ve tesirli söz söylemekte güçlük çekmektedirler. İlkel insanın konu edinildiği bazı kurmaca ve belgesel filmler muhayyilemizi geliştirmesi itibariyle oldukça mühimdir. Bu filmlerde ilkel insanın konuşmak için kelime ve cümlelerden ziyade yalnızca bazı sesler çıkararak anlaşmaya çalıştıklarını görüyoruz. Belki hakikatin kendisi böyle değildir ancak kelime sayısının giderek azalması bizlerin de iletişimde ilkelleştiğinin bariz bir göstergesidir. Bu durumun bir benzerine Afrika’nın ve Amazon yağmur ormanlarının ücra köşelerindeki bazı kabilelerde de hala rastlamaktayız. Teknolojiden ve modern hayattan uzak kalan bu kabilelerin konuşma kabiliyetlerini hala ilkel bir üslup ile sürdürdükleri filologlarca bilinen bir gerçektir. Bir başka inkâr edilemeyecek gerçek ise günümüz modern insanının izah gibi irşad gibi bütün konuşma kabiliyetlerinde giderek köreldiği ve ilkelleştiğidir.
İlkel bir hayat yaşadığımızın emarelerinden bir diğeri de davranışta, tavırda kaybettiğimizi zarafet ve inceliktir. Her fiili hareket mutlak surette bir psikolojik zeminde gerçekleşmekte ve bir his ve düşüncenin eseri olarak gerçekleşmektedir. Her insanda mevcut bulunan iradi kuvvet yani “irade” hakkıyla eğitilmediği (burada eğitilmekten mana terbiye) için yanlış bir surette kullanılarak çirkin ve yakışıksız davranışların tezahür etmesine sebep olmaktadır. Hayra da şerre de mütemail ve müsteid (istidatlı) olan insan için en mühim lazımelerinden biri de ince fikirli, zarif ve hoş davranışlı olmaktır. Basit bir otobüs yolcuğunda bile yaşlılara yer vermek yerine telefonuna odaklanarak, uyuyormuş veya yorgunmuş numarası yaparak yerinden kalkmayan gençlik büyük bir felakettir. Ancak daha büyük felaket yorulmasın diye cam kenarına oturttuğu çocuğunun yanına kendisi oturarak “başkaları tarafından kaldırılmak mecburiyetinde kalmasın da benim çocuğum oturarak gitsin” diye çocuğuna bu terbiyesizliği aşılayan ebeveynlerin olmasıdır. Bu gibi ailelerin yüzünden tıpkı ilkel toplumlarda olduğu gibi yaşlılar kıymetsiz, ölmeleri beklenen, sürüyü yavaşlatan, dolayısıyla geride bırakılması muhtemel varlıklar olarak görülmektedir. Cemiyet içerisindeki yaşlılara kötü muamele yapıldığı gibi onlara insanların kıymet vermediği huzurevlerinin sayısındaki artıştan da bellidir. Yaşlılara reva görülen bu kötü muamele çirkin bir ahlaki tavrın, hissiyatın ve fikriyatın tezahürüdür. Bu mevzuda söylenecek çok söz var iken; anne babaya saygısızlık, muallimlere (eğitimcilere) saygısızlık, hoşgörüde azalma, paylaşmanın kıymetini unutma ve tahammülsüzlük gibi pek çok davranış biçimi de cehaletin tabi bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca birçoğunun zaten bilinçsiz bir şekilde yetiştirildiği günümüz anneleri, keskin beklentiler içerisinde kendi çocuklarını büyütürken olmadık hataları başta kendileri yapıyorlar. Terbiyenin, edebin evde başladığı hakikati ortada dururken çocuğun bu gibi hususiyetlerinin, ihtiyaçlarının dikkate alınmadan yetiştirilmesi onun da hayatının gelecek safhalarında sıkıntılar yaşamasına sebep olmaktadır.
Yukarıda bir iki kelime ile zikrettiğimiz ilginç bir başka durum ise gençlerin cep telefonu, tablet gibi cihazlara kafalarını gömerek fazla odaklanmış olmaları meselesidir. Bu da öyle acayip bir durumu bizlere hatırlatmaktadır ki tıpkı Afrika’nın ilkel kabilelerinde yaşayan birinin nasıl ki ilginç bir taş veya bir eşyayı bulur da sürekli onunla ilgilenirse ellerindeki cep telefonuyla bu derece ilgilenmeleridir. Bu öyle bir hal alır ki Afrika yerlisinin eşyayı saklaması ve kimseye göstermek istememesi gibi herhangi bir gencin cep telefonunda ne yaptığını görmek isteseniz hemen tepki vererek saklaması da aynı kavilden bir mantıki durumdur. O anda dünyayı kurtarıyormuş ciddiyetiyle yaptığı iş aslında kendi ruh ve düşünce dünyasını cep telefonuna hapsetmekten başka bir şey değildir. Aynı zamanda his dünyasını da yalnızca kendisine gösterilen şeylerle sınırlamak tehlikesiyle de karşı karşıya kalırken bundan kurtulması gerektiğinin farkında bile değildir. Elindeki ilginç taşa bakmaktan önündeki çukuru görmeyip ona düşen bir Afrika yerlisini düşünürsek bugünün insanı cep telefonu ile ilgilenirken çok daha büyük tehlikelerle karşı karşıya kalmaktadır.
Bir başka reddedilemeyecek hakikat ise kılık kıyafetteki açıklık, çıplaklık ve insan bedeninin giderek bir arzu nesnesine dönüşmesidir. İnsanı, insan olmak hakikatinden uzaklaştırarak, hislerinin, fikirlerinin, ilminin öneminden ziyade vücudunun mühim olduğu algısını oluşturan günümüz düşünce yapısı erkek veya kadın fark etmeksizin vücudu ön plana çıkaran kıyafet seçimlerinin yapılmasına ve vücud geliştirme girişimlerinde bulunmasına sebep olmaktadır. Bedenin giderek arzu nesnesine dönüştürüldüğü bir ortamda insana sadece ve sadece cisim olarak ihtiyaç vardır. Psikologlarca kabul gören bir gerçek odur ki röntgencilik ve teşhircilik aynı psikolojik rahatsızlığın (parafili) farklı zeminlerdeki iki yansımasıdır. Yani kendi varlığını aklıyla, fikriyle, hisleriyle, ilmiyle ortaya koyan değil vücudu ile tamamlayan bir insan. Ne kadar da ilkel kabilenin en güçlü erkeği veya en güzel kadını örneğine benziyor değil mi?
Cehaletimizi ortaya koymak maksadıyla bunların dışında belki birçok misal verilebilir. Cinsi sapıklıklar, varlıklı olanın muteber kabul edilmesi, meşhur olanın nasıl ve hangi açıdan meşhur olduğuna bakılmaksızın sözünün halk tarafından doğru kabul edilmesi, dini veya ilmi hayat tarzındaki tezatlıklar, ırkçılık vs. belki ilerde başka bir yazıda da bunları değerlendirmek mümkün olur. Peki tüm bunlara çözüm ne? İki yüzyıldır mahareti Batı’da arayan bu anlayıştan ve Batı’nın kötü bir taklitçisi olmaktan zihnen kurtulmak çözümün temelini oluşturmaktadır. Bize ve gençliğimize misal teşkil edecek kıymetli hayatlar yaşamış pek çok büyüğümüz, düşünürümüz zaten var. Eğer illa bir şeylerin veya birilerinin taklit edilmesi gerekiyorsa Batıyı taklitten ziyade geçmiş büyüklerimizi taklit etmek bizlerin çok daha kaliteli, verimli hayatlar yaşamasını sağlayacaktır. O zaman bu fenni gelişmeler, maddi terakkiler bir kısım seçkin zümrenin hizmetine değil tüm dünyanın yararına olacaktır.
Yalnızca okuyarak aşılacak meseleler silsilesi yaşamıyoruz. Okumak yetmiyor, bizlerin irade sahibi, prensip sahibi, ahlaki ve ilmi cihetten kendini geliştirmiş, yetiştirmiş insanlara ihtiyacı var. Son olarak Balkan Harbi sonrasında yapılan zulümleri raporlamak üzere ele geçirilen Yunan askerlerinden birinin günlüğüne yazdığı bir yazıyı paylaşmak isterim ki yetişmiş insana ne çok ihtiyacımız var görülsün. Selam ve muhabbetle…
28 Kasım 1912
Dün bir kurmay yüzbaşı ile yüz yetmiş asker esir oldu. Askerleri yok etmek güç değil. Fakat ben en ziyade münevver dimağları söndürmek istiyorum. Asıl müthiş ve tehlikeli onlardır. İşte Anadolu’da ne kadar zeki, fatih gençler varsa, onları mahvetmekten başlamak gerekir. Ondan sonra Türkler, cehalet karanlıkları içinde kendi kendine ortadan kalkar.
(Türkiye’de Yunan Fecayi’i, Cilt I-II Matbaa-i Ahmet İhsan ve Şürekâsı, İstanbul, 1338)